14. Söz/4, Sh 40 | Hatime | Gafil kafaya bir tokmaktır. Bir ders-i ibrettir.
Description
Hâtime
Gāfil kafaya bir tokmaktır. Bir ders-i ibrettir.
وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya tâlib bedbaht nefsim! Bilir misin, neye benzersin? Devekuşuna. Avcıyı görür, uçamıyor, başını kuma sokuyor. Tâ avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarıda. Avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez. Ey nefis! Şu temsîle bak, gör. Nasıl dünyaya hasr-ı nazar, azîz bir lezzeti elîm bir eleme kalb eder. Meselâ şu karyede yani Barla’da iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbâbı İstanbul’a gitmişler. Güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştâktır. Orayı düşünür. Ahbâba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse: “Oraya git!” sevinip gülerek gider.
İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu bîçâre adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firâkı kapamak ister.
Ey nefis! Başta Habîbullâh, bütün ahbâbın kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme! Merdâne kabre bak! Dinle, ne taleb eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister? Sakın gāfil olup ikinci adama benzeme. Ey nefsim! Deme: “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maîşetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firâk bekāya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyâdeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür‘at peydâ ediyor. Hem deme: “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes, sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır. Hem kendini başıboş zannetme. Zîrâ şu misâfirhâne-i dünyâda nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizâmsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizâmsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vâkıalar olan şu hâdisât-ı kevniye, tesâdüf oyuncağı değiller. Meselâ, zemine nebâtât ve hayvanât envâından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler, baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün
SAYFA 41
ve gayet âlî gayeler içinde kemâl-i intizâm ile meczub mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın benî-Âdemden, bâhusus ehl-i îmândan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i ma‘neviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi (Hâşiye) mevt-âlûd hâdisât-ı hayatiyesini, bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesâdüfî zannederek bütün musibetzedelerin elîm zâyiâtını, bedelsiz, hebâen mensûr gösterip, müdhiş bir ye’se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulmederler. Belki öyle hâdiseler bir Hakîm-i Rahîm’in emriyle ehl-i îmânın fânî malını sadaka hükmüne çevirip ibkā etmektir. Ve küfrân-ı ni‘metten gelen günahlara keffârettir. Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlik’ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın emriyle ehl-i şirki cehenneme döker. Ehl-i şükre: “Haydi, cennete buyurun!” der.