13. Söz/2, Sh 32 | Kur’ân’ın her âyeti, i‘câz ve hidayet nûrunu yayar, küfür ve gafleti dağıtır.
Description
SAYFA 33
تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ sayhasıyla, işitenlerin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, birer nûr-u hakîkat-edâ; ve arz bir kafa; berr ve bahir birer lisân; ve bütün hayvanât ve nebâtât birer kelime-i tesbîhfeşân sûretinde arz-ı dîdâr eder. Yoksa, bu zamandan tâ o zamana bakmakla, mezkûr zevkin dekāikini göremezsin.
Evet, o zamandan beri nûrunu neşreden ve mürûr-u zaman ile ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sâir neyyirât-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’ân’ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaz‘iyet ile; yahud sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette her bir âyetin ne kadar tatlı zemzeme-i i‘câz içinde, ne çeşit zulümâtı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok envâ‘-ı i‘câzı içinde bu nev‘-i i‘câzını zevk edemezsin.
Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın en yüksek bir derece-i i‘câzına bakmak istersen, şu temsîl dürbünüyle, bak. Şöyle ki: Gayet yüksek ve garib, gayetle yayılmış acîb bir ağaç farz edelim ki, o ağaç, geniş bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Ma‘lûmdur ki, bir ağacın, insanın a‘zâları gibi onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münâsebet, bir tenâsüb, bir muvâzenet lâzımdır. Her bir cüz’ü, o ağacın mâhiyetine göre bir şekil alır, bir sûret verilir.
İşte, hiç görünmeyen (ve hâlen görünmüyor) o ağaca dâir biri çıksa, perde üstünde onun her bir a‘zâsına mukābil bir resim çekse, birer hudud çizse; daldan meyveye, meyveden yaprağa, bir tenâsüble, bir sûret tersîm etse ve birbirinden nihâyet uzak mebde’ ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve sûretini gösterecek muvâfık tersîmâtla doldursa, elbette şübhe kalmaz ki, o ressam, o gaybî ağacı, gayb-âşinâ nazarıyla görür. İhâta eder, sonra tasvîr eder.
Aynen onun gibi, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın dahi hakîkat-i mümkinâta dâir ki o hakîkat, dünyanın ibtidâsından tut, tâ âhiretin en nihâyetine kadar uzanmış ve ferşten arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakîkatine dâir beyânât-ı Furkāniyesi, o kadar tenâsübü muhâfaza etmiş ve her bir uzva ve meyveye lâyık birer sûret vermiştir ki, bütünmuhakkikler, nihâyet-i tahkîkinde, Kur’ân’ın tasvîrine “Mâşâllâh, Bârekellâh” deyip, “Tılsım-ı kâinâtı ve muammâ-yı hilkati keşf ve fetheden yalnız sensin, ey Kur’ân-ı Hakîm!” demişler.
SAYFA 34
وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى Temsîlde kusur yok, esmâ ve sıfât-ı İlâhiyeyi, şuûn ve ef‘âl-i Rabbâniyeyi bir şecere-i tûbâ-yı nûr hükmünde temsîl edelim ki; o şecere-i nûrâniyenin dâire-i azameti, ezelden ebede uzanıp gidiyor, hudûd-u kibriyâsı gayr-i mütenâhî fezâ-yı ıtlâkda yayılıp ihâta ediyor, hudûd-u icrââtı يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِه۪ ٭ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰى ٭ هُوَ الَّذ۪ى يُصَوِّرُكُمْ فِى الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُ hududundan tut, tâ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَم۪ينِه۪ ٭ خَلَقَ السَّموَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ى سِتَّةِ اَيَّامٍ ٭ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ hududuna kadar intişâr etmiş o hakîkat-i nûrâniyeyi; bütün dal ve budaklarıyla, gāyât ve meyveleriyle o kadar tenâsüble ve birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir sûrette o hakāik-i esmâ ve sıfâtı ve şuûn ve ef‘âli beyân etmiştir ki, bütün ehl-i keşif ve hakîkat ve dâire-i
On Yedinci Söz’ün İkinci Makamı
(Hâşiye)
Bırak bîçâre feryâdı belâdan, gel, tevekkül kıl.
Zîrâ feryâd, belâ ender hata ender belâdır bil.
Belâ vereni buldunsa, atâ ender safâ ender belâdır bil.
Bırak feryâdı, şükür kıl mânend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.
Ger bulmazsan, bütün...
Published 11/26/24
ON YEDİNCİ SÖZ
Bu söz iki âlî makam ve bir parlak zeyilden ibârettir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَي الْاَرْضِ ز۪ينَةً لَهَالِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا ٭ وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَع۪يدًا جُرُزًا ٭ وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا...
Published 11/26/24